Arkeolog Mehmet Özdoğan ile Şanlıurfa Neolitik Çağ Araştırmaları Projesi’ndeki 'Taş tepeler' kazısı bulgularını ve neolitik tanımlarının nasıl değiştiğini konuştuk.
(4 Ekim 2021 tarihinde Açık Radyo’da Kültürel Miras ve Koruma: Kim için Ne için? programında yayınlanmıştır.)
Profesör Mehmet Özdoğan ile eylül ayının sonlarında Urfa’da, Şanlıurfa Neolitik Çağ Araştırmaları Projesi toplantısını ve projenin kapsamını konuştuk. Emeritus Profesör Mehmet Özdoğan, İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’nın 2000’den 2010 yılına kadar başkanlığını yaptı ve sonra emekli oldu. Mehmet Özdoğan’ın tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşamın başlangıcı ve yayılımı ile çevresel arkeoloji ve arkeoloji politikaları üzerine çalışmaları var. En uzun ve yoğun çalışmasını 27 yıl boyunca Güneydoğu Anadolu’da yaptıktan sonra çalışmalarını Trakya Bölgesine kaydırmış ve 29 yıldır da çalışmalarını Kırklareli’nde sürdürmekte. Ortaya koyduğu önemli şeylerden birisi Anadolu ve Balkan kültürleri arasındaki kültürel iletişimin göçlerin yanı sıra kültürel uyum ve bilgi aktarımıyla da gerçekleştiğini göstermiş olması. Amerika Birleşik Devletleri Bilimler Akademisi, Academia Europaea, Shanghai Arkeoloji Forumu, Avrupa Bilim Kurulu gibi kurumlarda üyelikleri var. 24 kitabı, 344 bilimsel makalesi var. Bu alanda aldığı ödüller de var. Bunlardan bir tanesi Vehbi Koç ödülü.
Eylül ayı sonunda Şanlıurfa’da uluslararası bir toplantıydı bu söz konusu proje toplantısı. Burada hem Şanlıurfa Neolitik Çağ Araştırmaları Projesi’nin hem de 2023’te yapılacak olan Dünya Neolitik Kongresi tanıtımı yapıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ev sahipliği yaptı. Sizin sempozyumdaki açılış konuşmanızda neolitiği yeniden tanımlamak gibi bir başlığınız vardı. Göbeklitepe’yi tabii duymayan kalmadı. Herkes orayla ilgili fakat bu proje ile orada var olan ve yeni ortaya çıkarılan neolitik döneme ait başka yerleşimlerin de olduğunu ve onların da aynı derecede önemli olduklarını söylüyorsunuz galiba. Önce size bunu soralım. Şanlıurfa Neolitik Çağ Araştırmaları Projesi nedir? Nasıl bir çalışma olacak? Burada dikkat çekmek istediğiniz konu nedir? Farklı neolitikleri bir araya getirmek veya neolitiği yeniden tanımlamak; bunlar ne anlama geliyor? Biz sıradan insanlara bunu açıklarsanız seviniriz.
MÖ: Çok teşekkür ederim. Şimdi burada esasında iki proje bir araya geldi. Bunlardan bir tanesi farklı neolitikleri bir araya getirmek, yani 2023 Dünya Neolitik Kongresi, benim uzun yıllardan beri yapmayı planladığım bir dünya kongresiydi. Bunun çok kısaca nedenini söyleyeyim. Neolitik dediğimiz süreç, yani bugünkü uygarlığın temelini oluşturan, üretme, miras, mülkiyet gibi bütün bugünkü uygarlığın temelleri avcı topluluktan yeni bir yaşam biçimine geçiş, dünyanın birçok yerinde farklı zamanlarda farklı şekillerde oluyor. İşte yakın doğu modeli var; Güney Levant modeli var, Çin’de oluşan Yangse, Kamçatka’da, Amerika’da, Afrika’da farklı farklı şekillerde farklı dönemlerde oluyor. Fakat bunların bazıları kör uç olarak kalıyor, bazıları da daha sonraki dönemlerde devam ediyor; Çin modeli gibi, Amerika modelleri gibi, Yeni Gine modeli gibi. Bunların hepsi ayrı şekillerde, ayrı tarihlerde başlıyor. Fakat sonuçta geldikleri nokta hep aynı; toplum yaşamı üzerinde denetim kuran ruhban sınıfı, tapınak, ordu, bürokrasi, kentleşme devlet gibi günümüz toplumsal, ekonomik yapısının altlığını hazırlıyorlar. Ancak ilginç olan tamamıyla ayrı yollarda, ayrı şekillerde gelişerek aynı yere gelmeleri. Bunların her bir oluşum bölgesi kendi içinde yoğun olarak tartışılmış, üzerine birçok toplantılar yapılmış ama farklı neolitikleri bir araya getiren bir toplantı şimdiye kadar dünyada yapılmadı. Bu bir cesaret meselesiydi. Bunu birkaç yıldır zaten planlamaya çalışıyorduk. Özellikle Çin’deki ve Sibirya’daki meslektaşlarımızla. Şanlıurfa’daki neolitik projesi bunun bir altlığını oluşturdu. Son zamanlarda o bölgede çıkan görkemli ve etkileyici bulgular da uzun yıllardır yapmayı düşündüğümüz kongreyi, bu bulguların olduğu yerde, Urfa’da yapılmasını sağlayan ortamı oluşturdu. Onun için Dünya Neolitik Kongresi ile “farklı neolitikleri” bir araya getirme projesi, bölgede süregelen arkeolojik çalışmaların rüzgarından yararlanarak gelişen ayrı bir proje olarak görülmelidir. Sanırım yanlış anlamaların önüne geçmek için bölgede süregelen neolitik dönem çalışmalarının önemi üzerinde kabaca durmakta yarar vardır; bizim neolitik dediğimiz olay, yani bu yeni yaşam biçimi bizim bölgemizde ortaya çıkarıldı ve benim öğrencilik yıllarımdan itibaren neolitik tanımı sürekli olarak değişti. Özellikle ilk ortaya çıktığında, öğrencilik yıllarımda işte, neolitiği gayet basit, düz, yatay bir toplumsal oluşumla, hiçbir sosyal zenginliği olmayan insanların yaşamlarını sağlayabilmek için tahıllara yöneldiği, yani buğday tanesine muhtaç kaldığı bir dönem olarak düşünüyorduk. Giderek, bunun farklı bir şekilde, öyle olmadığı, burada doğal çevrenin zorlayıcı değil doğal çevrenin olumlu etkisinin olduğu gibi farklı şeyleri görmeye başladık ve bunu daha çok güney Levant’tan izliyorduk, yani Filistin, Ürdün ve İsrail bölgesindeki kazılardan izliyorduk. Bizim yukarı Fırat-Dicle havzasında başlayan çalışmalarımız, özellikle bu baraj kurtarma projeleri ile başlayan çalışmalar, o bölgede hiç beklemediğimiz farklı bir modeli gösterdi; yani sosyal katmanlaşmanın olduğu, elit bir tabakanın olduğu, neolitiğin doğal çevre ile veya doğal çevrenin zorlayıcılığı ile beraber değil, orada verdiği olanaklarla ve tam düşüncemizin tersine, önce yerleşik yaşamın sonra tarımın geldiğini gösterdi. Biz eskiden tam tersini düşünüyorduk. Tarım ve ardılı olarak yerleşik yaşamı düşünüyorduk. Bölgede son 10-15 yıl içinde gerçekleşen neolitik dönem kazıları beklentilerimizin tam tersi bir süreç yansıttı; yerleşik yaşamın besin üretiminden önce başladığını, 2000-3000 yıllık bir avcılığa dayalı yerleşik bir yaşamı, yerleşikliğin mimarisinin gelişimini ve bunun da ötesinde çok gelişkin bir toplumsal örgütlenme olduğunu gösterdi. Bunlar bize aykırı gelen özeliklerdi. Bunlarla sürekli olarak ezberimiz bozulmaya başladı. Ama son yıllarda, özellikle son birkaç yıl içinde sadece Göbeklitepe’de değil, Göbeklitepe çağdaşı, aynı kültürel oluşumu paylaşan birçok yer de bu durumu yansıttı. Kamuoyuna bu kültür yalnızca Göbeklitepe ile yansıtılmıştı. Başka yerlerin bu toplantı ile gündeme gelmesi toplumda bir şaşkınlık uyandırdı. Oysa bu kültüre ait diğer yerleşimleri uzun yıllardır tanıyorduk. Aşağı yukarı şu anda 31 kazıyla tanıyoruz o kültürü. Bunun içinde Kuzey Suriye ile Irak’ta yapılmış olan, önceki yıllarda yapılan kazılar da var. Toplayarak baktığınız zaman bütün ezberimiz bir daha tamamen bozuldu. Bizim bundan 10 veya beş sene evvel gördüğümüz neolitik tanımı daha sonraki uygarlıklarla, kenti geliştiren uygarlıklarla tamamen değişti. Bu gerçekten düşünce sistemimize, uygarlık tarihine bakış açımıza yeni bir boyut kazandıran bir hale geldi. Bunun doğru anlaşılması lazım. Tek başına Göbeklitepe’yi aldığınız zaman yanıltıcı bir imaj var. Göbeklitepe National Geographic’te çıkan kapak resmi ile topluma yansımıştı ki bu tümüyle yanıltıcı bir canlandırma görseliydi. Yani Göbeklitepe çok önemli ama National Geographic’in kapağındaki Göbeklitepe’yi Stonehenge gibi tanımlayan canlandırma resmi tamamen yanlış.
Ne yazıyordu orada?
MÖ: Orada birçok şey diyor. Mimarinin rekonstrüksiyonu yanlış çünkü bunlar yere gömük yapılar; dışarıdan bakıldığında görülmek üzere yapılmış, toprak zemin üzerinde duran yapılar değil. Hepsi yere gömük yapılardı. Yani anıtsallığın içine girdiğiniz zaman da mesela anıtsal bir görünüşü yoktur. İkincisi, Göbeklitepe bir tapınak kenti olarak tanıtıldı; yani sadece tapınaklar var ve herkes oraya geliyor… Fakat öyle değil. Orada yerleşmenin olduğunu daha 1995 yılından itibaren, konutların da olduğu bir yerleşim alanı olduğunu, biliyorduk. Göbeklitepe’ye benzer bir çok yerleşim yerinin olduğunu da biliyorduk. Yani oradaki o imaj tamamen yanlıştı; Göbeklitepe’nin tapınaklar ile özleşerek ünlenmesi kazı ekibini tapınak bölgesine ağırlık vermeye yönlendirdi. Oradaki ortaya çıkan imajdı. Yani gerek yapıların yapım tekniği, onların yaşadığı süreç ve içindeki görseller, yani beş metrelik dikilitaşlar, bir ruhsal dünyanın yansıması var. Bizim bildiklerimizden çok farklıydı.
Göbeklitepe sansasyonelleştirilen bir bulguydu; bilimin düşündükleri ile medyanın öne çıkarttıkları farklı olabiliyor.
MÖ: Evet, yani Göbeklitepe’yi uzaydan gelenlere bağlayanlar, orası cennetin bahçesi dediler… Hatta yakın zamanda, sanıyorum uluslararası bir filmde var; işte Göbeklitepe’de bir tünele giriyor ve İstanbul Yarımburgaz Mağarası’ndan çıkıyorlar… Göbeklitepe çok önemli bir yer ama bu topluma yanlış imajlarla yanlış paylaşıldığı zaman bugünkü uygarlığın oluşum sürecine yanlış, tamamen çarpık şekilde mucizelerle geçilmiş görünüyor. Öyle bir şey yok ortalıkta. Son zamanlarda Göbeklitepe’nin çevresinde yapılan çalışmalarla o süreci gayet net biliyoruz ki bunların arasında kazıları Göbeklitepe’den çok önce başlamış olan Nevalı Çori Çayönü bile buna dahil. Bu kültürün çok daha iyi anlaşılması gerektiği ortaya çıkmaya başladı. Şimdi neolitik projesi, ilk Karahan kazıları ve çevredeki kazılar ile başladı. Bu kazılarda çıkan bulgular Göbeklitepe’nin diyebileceğimiz kültürün çok daha farklı olduğunu gösterdi açıkçası. Urfa’daki son toplantıda yeni kazıları gördükten sonra bütün ezberim bozuldu. Beni bu programa davet ettiğinizde size neolitik üzerine konuşmayayım dedim ama gerçekten akıllara zarar verecek derecede farklı. Bizim oradaki bütün düşüncemiz hala avcı kültürü odaklı. Yani besin üretimi yo. Ancak bölgede çok yoğun bir yerleşim dokusu oluşmuş; hepsinde yerleşme, anıtsal yapılar, dikilitaşlar, sanat eserlerinin olduğu bir yoğunluk var. Yani öyle bir yoğunluk var ki dünya üzerindeki yoğunluğun böyle bir yerde olduğunu anlamak bile açıkçası düşünmemizi gerektiren bir şey. Bir de o bölgede -bütün Türkiye için bu geçerli olmak üzere- şu var; şu anda Türkiye’deki o tür bütün kazı yerlerinin hepsi tehdit altında. Mesela şu anda devam eden yedi kazının beş tanesinin etrafı sanayi bölgesi. Bir kayalık alan gibi duruyor. Bir tanesinin taş ocağı tehlikesi var. Yani onlar kazılmadığı taktirde de ve nitekim, maalesef iki tanesi tamamen gitmiş vaziyette. Mesela en büyük yerleşme, bizim bildiğimiz Göbeklitepe kültürüne ait ve Göbeklitepe’den de büyük olan yerleşme Urfa’nın içerisindeydi. Balıklı gölün arkasındaki sırtta.
(Karahantepe)
Urfa’da bu bahsettiğiniz yer biliniyor muydu yani?
MÖ: Biliniyordu ve orada, bilinen en büyük gerçek boyutlardaki insan heykeli oradandır. Tabii otelin temelinden çıktı. Bir tek ufak bir kesit parçası kaldı ve şu anda o kesitte gördüğümüz Göbeklitepe’nin bütün yerleşimlerinden daha önemli ve büyük olduğunu gösteriyor; ama sadece 5-6 metrelik bir yeri kaldı onun.
Kentleşme oluştuğu için…
MÖ: Kentleşme ve bir de mesela Göbeklitepe yerleşmeleri diğer alıştığımız Anadolu’daki höyükler gibi değil. Bunlar kayalık alanları seçmişler. Kayanın içine oyulmuş bunların çoğu. Bir höyüğün tersine, araziyi dolaştığınız zaman bunları görmüyorsunuz.
Mesela ikinci bir yerleşme, Gürcütepe. Rahmetli Harald Hauptman Göbeklitepe ile kısmen kazmıştı. Tamamen üzerine Urfa yürümüş. Kentin içinde kalmış ufak bir parselde şu an kazı devam edebiliyor ancak. Yani gerçekten şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Türkiye’deki büyük uygarlık merkezlerini Bergama’yı vs. hepsini aldığınız zaman benzerlerini başka yerlerde görebilirsiniz belki. Bunlar önemsiz anlamına gelmesin, kimse beni yanlış anlamasın ama Anadolu uygarlık tarihinin yaptığı en önemli katkının gerçekten neolitikte olduğu ortaya çıktı. Yani orada sadece Göbeklitepe için de konuşmak yanlış. Yukarı Fırat-Dicle havzası, Siirt’e kadar giden bir alan, hatta Kuzey Irak, Kuzey Suriye de buna dahil. Orada oluşan kültür, gerçekten başka hiçbir yerde benzerini bilmediğimiz, başka yerdeki neolitiklerden de farklı ve daha sonraki dönemlerin altını hazırlayan, daha sonra Mezopotamya uygarlığı dediğimiz uygarlığının da tetiğinin çekildiği bir olayı, kültürü orada ilk defa doğru dürüst farklı bir şekilde görmeye başladık.
Yakın zamanda galiba neolitiğe artan bir ilgi var? Yani Kültür ve Turizm Bakanı dünyanın en büyük arkeoloji projelerinden birini başlattıklarını söylüyordu bu Şanlıurfa’daki toplantıda. Yani 12 tane kazı var galiba şu anda.
MÖ: Şu anda yanılmıyorsam 7-8 kazı var ama o bölgede tanıdığımız bildiğimiz yerin, o kültüre ait kazılmış yerin sayısı -Suriye’dekiler de dahil- 31 tanedir. Kültüre ait bildiğimiz yerleşim sayısı şu anda bile 50-60’ı geçti ve her birinde farklı bir şey görüyoruz. Çok ilginç, o devirde olmayacak bir şey görüyoruz; yerleşmelerin arasında elit bir rekabet var. Yani belki değişim momentini de getiren o. Bunu ben şeye benzetiyorum; Rönesans İtalyan şehirleri arasında “en iyi ressam bende”, “en iyi mimar bende”, “en iyi şarkıcı bende” gibi “en iyi taş ustası bende”, en iyi bilmem ne bende gibi yerleşimler arası elit/seçkin rekabetin tetiklediği inanılmaz bir yaratıcılığın olduğu ve her şeyin yeni ortaya çıktığı farklı ve heyecan verici bir dönem.
O zaman bu proje de bize bunu göstermeye çalışacak herhalde. Yani bütünleştirmeye çalışacak.
MÖ: Aslında gösterdiği gibi ama bunu hazmetmek çok zor. Sözü uzatıyorum belki ama bu kültürde ilk kazılan yer 1964 yılında Çayönü’ydü. Çayönü’nde Halit Çambel, benim hocalarım kazmaya başladıkları zaman yatay bir basit toplum bekliyorlar. Sadece tarımla nasıl zaman geçirildi, evcilleşme nasıl oldu onu bekliyorlardı ve ilk anıtsal yapı yani Göbeklitepe’deki yapıların bir benzeri daha 1964 sezonunda ortaya çıkmıştı. O, özel bir yapı olarak değil, ev olarak görülmeye çalışıldı; çünkü tapınak beklenmiyordu o kültür için. Onun bir özel yapı, kült binası olduğunu söylemeye 10 sene sonra cesaret ettik. Çayönü kazısı 1991’de bittiğinde biz hala tapınak demeye korkuyorduk, çünkü biz o dönemde tapınak olmaz diye biliyorduk ki anıtsal dikilitaşların hepsi vardı içinde. Bizim arkeolog olarak bile bunu hazmetmemiz bayağı zor oldu ama benim 10 gün evvel gördüklerimi ben nasıl hazmedeceğimi kafamda eviriyorum çeviriyorum bir türlü hazmedemiyorum. Ama oradalar.
Bu koordinasyon nasıl olacak? Yani bir sürü kazı var şu anda.
MÖ: Bir bölge projesi olarak, bir danışma kurulu oluşuyor şu an. Vaktiyle bunun tam bir benzeri 1936 yılında Atatürk’ün yaptığı Trakya Projesi’dir. Trakya Tümülüsleri Projesi. Arif Müfid Mansel’i görevlendiriyor. Trakya’daki tümülüslerin kurtarılması ve kazılması lazım diyor. Bütün Trakya’da o sırada, sanıyorum 20’ye yakın yerde birden çalışma başlatılıyor ve Trak kültürü o şekilde ortaya çıktı. Aşağı yukarı benzer bir modeldir ama orada bir tane arkeologdur, tektir; çünkü başka arkeolog yok o yıllarda, yani Arif Mansel tek büyük isim. Burada, şu anda projede benim gördüğüm kadarıyla altı üniversitenin katılımı var, yurtdışından katılımlar var ve pandemi nedeniyle kazı yapmak isteyen fakat gelemeyenler var; mesela Japon ekip gelemedi, Alman ekip gelemedi… Farklı üniversiteler ile konsorsiyum gibi yürüyecek belki bir şekilde ama entegre olup bilginin paylaşılması lazım. Çünkü her bir kazıda çıkan bilgi ötekinden de daha farklı. Yani Dicle’ye kadar, Siirt’e kadar, Batı İran’a kadar ortak paydaşları var fakat her birinin ayrı bir kimliği var. Ayrı bir inovatif yaratıcılık gözüküyor ortalıkta. Bizim bunu hazmetmemiz, paylaşmamız ve daha sonra topluma kazandırmamız lazım. Hem bilim dünyasına hem de oradaki topluma bunun kazandırılması lazım. Hiç kolay iş değil. Bunu hazmetmemiz, hele arkeolog olarak hazmetmemiz bence daha da zor.
Şemsiye bir proje altında olması iyi galiba. Bilgiler de o zaman birinci elden paylaşılabilir olacak.
MÖ: Tabii. Bundan önce her kazı bireysel, kendi içinde gidiyordu ama Urfa’da, bizim son 10 gün evvelki etkinlikte bütün ekipler bir araya geldi ve bilgilerin paylaşıldığı bir ortam vardı. Bu gerçekten örnek bir çalışma oldu. Bütün ekipler şaşkın çünkü alanda yaptıkları kazı ile ortaya çıkanlara bakıp “ben bunları bulmayı zaten bekliyordum” diyen kimseyi görmedim.
Hızlı sonuçlar çıkartma gibi bir ruh hali ya da beklenti, arayış var mı?
MÖ: Esasında hayır, ama bir-iki yerde var. Biri, Ambar Çayı üzerinde yapılan bir baraj projesi var; Sakarya üniversitesinden Tuğba Ökse Hocanın kazdığı yer. İkisini de o kazıyor. Orada bir barajın tehdidi var. O da akıllara durgunluk verecek kadar önemli bir yer ama orada bir kurtarma kazısı olduğu için Tuğba orada tam hız devam ediyor. Öteki kazıda zaten hocalar üniversiteye döndüğü için gelecek seneye kadar ancak koruma ve belgeleme dışında kazı birçoğunda durdu, durmak üzere.
Sizin de söylediğiniz gibi türlü tehditler var tabii.
MÖ: Bir kere kazı başladıktan sonra o tehdit bir yerde var ama mesela ilginç iki tane yere gittik; bütün çevresi, gelişen sanayi bölgesi ve o kayalık alanın üzerine çıkmak ve taş ocağı olarak işletme istekleri var. Kazılar bunları engelliyor bir yerde ama olay gerçekten şu ana kadar çok ilginç bir sürece girdi. Bu benim esas yapmak istediğim 2023 kongresinin de bir tetiğini sağladı ve yerel desteği en azından sağladı. Çünkü çok büyük bir kongre düşünüyoruz. Bu bağlamda kongrenin yönlendirici komiteleri Urfa’ya geldi. Özellikle Rusya’dan ve diğer bölgelerden geldiler. Onlarla birlikte sanıyorum Urfa’da yerel desteği de alarak -yani Urfa’nın, Harran Üniversitesi’nin çok etkisi var- yerel desteğin de katkısıyla olacak.
(Sayburç)
Proje tanıtılırken burada sadece bir bilimsel etkinlikler serisi, araştırma, kazı değil aynı zamanda ziyaretçi karşılama tanıtım merkezlerinin de olacağı sergi ve çevre düzenleme projeleri, ulaşım ve altyapı düzenlemeleri gibi uygulamaların da olacağı söyleniliyor; yani işin bir de turizm tarafı var.
MÖ: Turizm ile kültür mirası arasındaki ilişki çok doğru yere konduğu taktirde toplumla paylaşma sağlanır. Yanlış konduğu taktirde bu kültürün yok edilmesidir. Zaten oradaki yerleşmelerin, mesela Karahan gibi, anıtsal mimarinin çıktığı, Sayburç gibi yerlerin mutlaka topluma kazandırılması lazım ve gelen ziyaretçinin orada en azından tuvalete gidebileceği bir imkânı olması lazım. Ama benim gördüğüm, anladığım kadarıyla orada esas sorun bu yerlerin bilimsel kazısının yapılması ve ondan sonra bunun toplumla paylaşılması. Toplumla olan paylaşmanın ayağı, dozu ve uygulaması doğru konduğu taktirde turizm onun içindedir gayet tabii. Yani şu an Göbeklitepeye gelen turist oraya bir zarar vermiyor. Hem o bölgede yapılan kazı çalışmaları bir yanda bölgenin ekonomik refahına katkı yaparken yerel topluluk kadar gezmeye gelenlere de düşünsel katkıda bulunur. Ama doğru uygulanması lazım. Önce o yerlerin korunması ve ortaya çıkması, ondan sonra bunların nasıl topluma tanıtılacak hale gelebileceğine bakılmalı. Mesela Göbeklitepe’de birçok hata da var. Çatının hataları var. Her şey muhteşem değil tabii. Çatının nasıl yapıldığı, yapılırken karşılaşılan sorunlar, ne kadar koruduğu, doğanın da zor olduğu bir bölge.
Burada koruma derken neyin müzede sergileneceği, neyin modelleme ile sergileneceği, neyin yerinde sergileneceği ve bunun topluma nasıl anlatılacağı, anlatım dili… Tabii bunlar ayrı şeyler.
Turizm baskısı da ayrı bir risk öyle değil mi? o riskin de tanımlanıp önlemlerin alınması lazım.
MÖ: Tabii. O ziyaretçi merkezi ile kazı alanı arasındaki mesafenin uzak olması denetimli bir sistemi beraberinde getiriyor. Çünkü aksi takdirde herkes bir olup saldıramaz oraya. Uzun vadede ortamın iyi ve doğru planlanması gerek. Sanıyorum, gördüğüm kadarıyla diğer yerleşmelerle ve şu anda Urfa Müzesi’nde çıkan son bulguları kapsayan bir sergi hazırlanmış. Bu sergide başta Karahan bulguları ağırlıklı. Karahantepe kazılarında yalnızca bir yapıda onlarca heykel, büst bulunmuş; olacak şey değil neolitik dönem için. Bir tanesi hala hafızamda mesela; sırtında leopar taşıyan bir adam heykeli. Neolitik çağ için o kadar saçma bir heykel ki yani çanak çömleksiz neolitikte bunun, böyle bir heykelinin yapılmış olması nasıl açıklanır, niye açıklanır bilmiyorum. Öyle bir şey var ortalıkta. Bütün bunları anlamamız da zor.
Anladığımız kadarıyla arkeologlar harıl harıl çalışacak ve daha sonra bunu bize de anlatacaklar.
MÖ: Burada sadece arkeologlar değil; mimarlar, kültür tarihçileri, farklı bilim dallarından gelen uzmanlar, doğa bilimcilerin de içinde olduğu, o dönemi anlayacak, o dönemin yaşamını anlayacak insanlar olacak. Sadece arkeologların yapacağı iş değil.
2023’e kadar da hummalı bir hazırlık olacak?
MÖ: 2023’ten bağımsız aslında. Ortada olan çalışmalar katılımı arttıracaktır tabii ama zaten 2023 kongresi için çok büyük bir talep var. Dünya’da bu ilk defa yapılacak ama Göbeklitepe kültürünün tartışılacağı yer değil o. Diğer modelde küresel ölçekte, işte kentleşme, doğal çevrenin etkisi, beslenme modelleri gibi farklı açıdan gerek Orta Amerika’da olan gerek Çin’de olan modelleri karşılaştırmaların aynı masada birlikte yatırıldığı bir kongre tasarlamayı düşünüyoruz ve ilk defa olacak böyle bir toplantı.
Çok güzel, kolay gelsin. Teşekkür ederiz Mehmet bey.
(Programın deşifresini yapan Sedef Akalın'a teşekkür ederiz)